İnsanın kendisini benliğindeki gibi hissetmesi, değerli görmesi ve birileri tarafından kayda değer bulunabilmesi için daha ne yapmaması gerek?
İnsan ve değer meselesi bir süredir aklımda sallanıp duruyor. Ağdalı cümlelerle bunu yıllarca anlatmış çok değerli filozoflardan alıntı paragrafları bir yana bırakıyorum; insan yaşamak için daha ne kadar yorulmak zorunda?
Değer, kadirşinaslık, kaygı, vefa, önem, ilgi; insaniyet ve beşeri gerçeklik üzerine Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminde yakaladığım sahneler, manzaralar, bireyin varoluşsal sorgusunun insanı yok eden tavrı, bilişsel gerçekle zihinsel gerçeğin çatışması, hüznün ve acının öfkesi, birbirine sarılamayan, birbirinden korkan ama bir o kadar da iç geçirdikleri, özledikleri güzellikleri ıskaladıkları için ihanetin kılıcıyla birbirlerine koşan insanların varlığı; aile.
Aslında film tüm bu kurduğum cümlelerden daha samimi biçimde anlatıyor hepsini, araladığı sır perdesi üzerinde de hiçbir şey kalmıyor insanın salt gerçekliğinden başka. Nuri Bilge Ceylan sineması adına dönüm noktası olarak görüyorum bu yüzden. Senaryonun bağdaştırdığı noktalar bireyin iç sıkıntısını taşra sıkıntısıyla beraber NBC sinemasında ilk kez bu kadar berrak bir bicimde gün yüzüne çıkıyor. Başka bir örnek vermek gerekirse Bulantı’da Zeki Demirkubuz’un diz çöktürdüğü, modern hayatın içinde kaybolan sakin ve incelikli bir kötümser olan Ahmet karakterinin yaşadığı ‘başarılı ve modern orta sınıf’ sarmalındaki mutsuzluk ve bireysel başarısızlık ya da Kış Uykusu’nda varoluşuna ihanet edemeyen ‘başarısız entelektüel kesim’ Ahlat Ağacı’ndaki Sinan’ın taşra sıkıntısı yaşayan henüz girişimde bulunmadan başarısızlık ünvanı alnına yapışan ‘modern taşralının modernitedeki yok oluşu’ imgelemine dönüşüyor.
Sinan(oğul) ve İdris(baba) şimdiye dek anlatılan süreçler yaşamış varoluşsal Taşra karakterleri içindeki en entelektüel olmayan ancak yaşadıkları dünya ve hisler itibariyle entelektüel gerçeğe en uygun karakterler.
Ahlat Ağacı’nın şekilsiz ve garip şekli, onun meyvelerinin de şekilsizliği; Sinan babasının, babası da kendi babasının kötü bir çabası ve kopyası olarak yaşıyor. Film boyunca bu 3 karakterin birbirlerine karşı hissettirdiği değersizlik ve ilgisizlik temeli aslında insanın ne denli bencil ve bu bencilliğini dahi göremeyecek kadar hissizlikle sınandığını anlatıyor.
Hikaye boyunca gördüğümüz aradığımız gerçekliğe uygun gördüğümüz tek gerçek duygusal sahne Sinan’ın yayınlanan kitabını gören annesinin, kitabın kapağını açınca Sinan’ın onun için yazdığı notu görmesiyle beraber ağlamaya başlaması ve Sinan’ın bu durumu hiç de umursamayacak biçimde geçiştirmesi. Oysa olabilecek en iki duygusal dramatizasyon yüklü karakterin dahi yan yana gelebildiği bu evrende işler yolunda gözükmüyor. Görünmez bir duvarın varlığı aralarında gövde gösterisi yapıyor adeta. Sinan’ın başka bir sahnede söylediği gibi; ‘’Kader de nedensellik de, hepimiz görünmez iplerle birbirimize bağlıyız aslında’’ Bu bağlılığın nedeni de o duvar güç duvarını yıkılmazlığından; duvarın sonucu da görünmez bağlılık ve Sinan’ın kaderi de bunun etrafında dönen kötü bir gerçeklik.
-İlgisizlik Silsilesi-
İdris yani Sinan’ın babası son sahneden önce gördüğü rüyada Sinan’ı kuyuda intihar etmiş olarak görüyor diye algılıyoruz ancak buna bir final de diyebiliriz hâlihazırda; gerçekten acı bir son yerine sonunda Sinan’ı kuyunun içinde kuyuyu kazarken görüyoruz. İdris bir an olsun kendi yapamadığını rüyalarıyla Sinan’a yaptırıyor ve Sinan asla İdris’in yapamadığı direnci gösterip karlar altında kuyuyu kazma motivasyonunu gösteriyor. Herkes birbirinden habersiz, sadece olması gerekenler yaşanıyormuş hissi içinde olacak olanlar ve olmuş olanlar önümüze seriliyor. İdris’in hafta sonları köyde çabaladığı işlerin dahi, emeğin görünmezliği ve yok sayılması gerektiği ilkesiyle koskoca bir hiçe savuruyor karakteri.
-Yokluk ve Hiç, İlgi Körlüğü-
Sinan’ın puslu dünyasındaki en yüksek tepkiyi gördüğümüz yer Taşra yazarı Süleyman’la olan diyaloglarıydı denebilir. Sinan asla fark edilemeyeceğini biliyor, yeryüzünün en iyi cümlelerini yazmış olsa dahi kitabının umursanmayacağını, annesinin babasının bile kitabını okuyacak olmasına şaşıracak bir halde, Süleyman gibi popüler bir yazarın onu ciddiye almasının imkansızlığı içinde tek derdi yazara ders vermek istiyor. Oysa Süleyman bir ilgi körlüğü içindeyken, Sinan da ilgisizliğin son safhasındaki yok halinde gerilimin tırmandığı, alçak uçuşta irtifa kaybettiği diyaloglara şahit oluyoruz. En aksiyoner sahnelerden birisi gibi olsa da içsel dünyasına dair Sinan’ın en dışavurduğu ve en çok sızısını gerçek dünyayla yaşadığı sahneler olarak görülebilir.
-İlgide Kapital-
İdris’i Sinan’ın ardında ona yetişmeye çalışırken gördüğümüz bir başka sahne. Sinan KPSS’ye girmek üzere evden çıkmıştır. İdris ardındadır. Herkesin aklına gelen doğal olarak bir babanın oğlunu yolcu etmesi, en azından bir başarı dileğini dile getirmesi olabilir, ancak sekansın sonunda gördük ki İdris’in derdi döner yemek, sigara içmek, öylesine dolanmak belki de, onun bir derdi yok asıl rahatsız eden tavır burada başlıyor; bu da İdris karakterinin NBC’nin de röportajlarda bahsettiği, filmin yapılmasındaki senaryonun ana hattı olarak belirlenen gerçek karakter olduğunu özetlemekte.
Yok sayılanın aslında yokluğundan daha büyük bir yok olduğunu, aramızda yaşayan sayıları belki de milyonları bulan; günümüzün Kafka’ları, Vertov’ları, Sartre’leri, Dostoyevski’leri, Mallarme’leri biraz da o böcekli hikayedeki zamanla dönüşen, insanlığın bir hissiz kurbağaya evrilmesi hikayesi; belki de biz tercih ettik böyle olmasını ancak hiçbir ihtimalde sonunu bilemezdik. Sinan’ın bastırıp da, sevemediği babası tarafından okunan kitabı gibi her şey. Linç edilerek okunan cümleleri sayesinde var olabilen insanların zamanına teslim edildik.