Belirsizlik zamanında uzanan bir ışık süzülmesi kadar olağan, eskimiş perde dikişlerinden geçmeye çabalayan güneş gibi de kararlı, keskin bir hissi var her şeyi ele geçirmeye çalışanların; ötedeki bahçede her gece aynı saatte havlayan köpeği sevecek kadar bilinçli ve sevisi kuvvetli, sıradan gözüken anı asla yok etmeyecek gerçekliği düşleyen başka ama paralel gerçek bu.
Savrulan hayalleriyle kelimelere biçilmeyen görüntülere vurulan kelepçeler, pas içinde kalmış şimdi bilekleri, elleri ve parmakları kopmak üzere belki, ölebilir birazdan bedeni de ruhundan asırlar önce, kimse ses etmese de o kendiyle kalabilir anacığının torbasındaki kanguru yavrularına imrenerek.
Öykünmeyle geçiyor, beklemeyle başlayan serüven, daha da çok bekleyerek ve bir ilham kaynağı kavuşur mu yüreğime, bir gün değişecek elbet her şey, böyle gitmez bu düzen, diye diye, dedirte dedirte, akıp giden nehirde yıkananları bile kıskandıracak kadar sakil, yağacak yağmuru durdurmayacağını bilen köylü hassasiyetiyle, bakışın ve duruşun adım ötesinde, sallanarak yürüyen sarhoş gençliğinin dibinde bitiyor.
Batmakta olanı balçıktan çıkarmak en zorudur. Kavruk yaz ortasında toprakta yeşili özlemek ne kadar beklenense, beklemeyenler de ötedekinin kabusu, öznelliğinin sonu bencil bireycilik, balçıktan da bal fışkırmayacak, göklerden uçaklarla yağmur yağmayacağı gibi, yeniden doğup her şeyi bir bir düşünüp, inşa etmeye kalsak önce kendimizi, sonra hep kendimizi, ötesi bizden uzakta çünkü, değişecek mi sanki?
Bulutları tuvalin üzerinde çizip, sıra dağlara kar düşürebilecek mi fırça? Yoksa boya ustasının duvara vurduğu plastik boyanın kokusu sardığında etrafı saf amonyak dindirebilecek mi bu kokuyu? Renklerle birleşince yeryüzü boyacıya da suç atmayacak mı kimse? O da bir insan, insanın hatasını insan insanla yapar; insan insanla yüzleşir, insanın hatası insanı insan yapmak mıdır? İnsan insan olmasa, tuvalin içinde kalacaklarla yüzleşecek bir insanı arayacak yine de başını yastığına koyduğunda, bir tür tasavvurun gerçeğiyiz neticede, kendi dünyamızın içinde bile olsa.
İnsanla, bekleyerek, aşmak üzere duyguları ve aslında içtenliği, başıboş dolanan hayvanların umursamazlığında, yine de insanla, bir yere kadar sırtında taşıdığı küfesinden hiç mi kaçmasın bu hamal? Hep mi insandan insana, insanlardan insanlara ve insansızlığa.
“Silsileyle yıkan olayların başlangıcında mutlak bir devamlılığın acısı hep hissedilmiştir. Susmak zorunda kalanlar, susturulanlarla beraber, susmayı düşünmeyenlerle aynı zamanda yaşıyordur sadece…”
Ardımdaki araçların çaldığı klakson seslerinin armonisinde kaybolduğum bir zamanın içinden geçerken yakalıyorum kendimi bu sefer. Her şey sıradan ve gerçek. Savunduğum en büyük düşüncelerin önümde yıkılıp, sahildeki boş bira tenekelerinin yanına atıldığını ellerimle yaşatmış birisi olarak düşünüyorum bunları. Hiçkimse kadar ve herkes kadar düşünmemek gerektiğini de kavramıştım, tam kavramıştım; kavrama noktasına basarken debriyajın, yanık balata kokusuyla baş başa kalmayacaktım artık, yansa bile bir şeyler kokmayacaktı, söz vermişlerdi bana, ben de onlara yeminler etmiştim, belki de alkolü kaçırdığım bir gecenin birkaç saniyesinden ibaretti tamamı, ben kendimle konuşuyordum, kendim de bana bir oyundan ibaretti zaten, dönüp durduğun bir dünyaydı ki dönmesek hep beraber nasıl yaşacaktık o kadar zaman!
Klakson sesleri kesildikten sonra günlerdir duymadığım insan sesi… İşte yine insan, şaşırtmıyor dünya, her taraf insan, karıncadan çok olmasa da karıncadan ufak, ondan tahayyül edilemiyor olsa gerek. Cümleler, kelimeler, boğuk sesler ve kargaşada duyulabilecek kalıplar, yarısı açık camın üstünden kavisle kulağıma dolmuştu. Akan bu kan beynime henüz iletilmiş küfürlerin sızısı mıydı yoksa kulağımın üstüne yediğim yumruğun beyin loplarımdan fışkırttığı bir tür ödem miydi? Trafik magandaları mıydı? Magandaların trafiğinde miydim?
Beynimin kulaklarımdan ve burnumdan aktığına şahit oluyordum, kaostu galiba bu, savaş çıkmıştı, Mecidiyeköy meydanında AVM’ler arasında çıkan post-modernist ilk savaştı. Tarihe de böyle geçecekti, şehit ilk postmodern insan asker olarak da adımı başka bir AVM’ye vereceklerdi bence. Cevahirler birliği, Trumplar birliğine meydan okumuştu aslında. Olan da arada kalan Torunlular’a olmuştu herhalde, onlar ortalıkta yoktu çünkü.
Arabanın deri direksiyonunda gördüğüm koyu kıvamlı kanın jelibona dönüşmüş hali biraz canımı sıktı. Hissini kaybetmeye başladığım birtakım bedensel parçalarıma dokunup gülümsedim. Başka çarem yoktu. Camın üstünden küfürden daha kıvrak bir oryantal gibi kafasını geçiren amcanın suratına tükürdüm; koyu kan topağını.
Zaman hızını almadan git gellerle dolmaya başladı, sular doluyordu arabanın içine, dereye asker yığıp dinamit patlatmış olmalı AVM’ler güvenlik birlikleri. Su baskını durdurabilirdi böylesine büyük bir savaşı. Toz bulutu kaplamıştı tüm şehri. Sileceklere gitmişti zorla kalkan elim, halsizdim, eriyen bir adama dönüşüyordum, eriyordum, eridim neticede. Yine de silecekler çalışsa önümü görebilecektim, şimdi yanımdaki adamın yüzüne bakamıyordum, orada biliyordum kafamı çeviremiyordum. Kulağımdan akan kandı arabayı dolduran, su kadar seyretilmiş değildi, kıvamındaydı, domates çorbası sanmıştım ilk gördüğümde, saliselik kötü şakalar yaparak kendi içimde kurtulabilme ihtimalimden başka yol gözükmüyordu.
İçeriyi dolduran kan açık camdan akacak kadar yükselmişti, Hollywood filmleri setine dönüvermişti hayatım bir anda. Amca da gitmişti yanımdan. Alt dudağımın ucundaydı artık kan havuzu. Kan kokusu derler ya, domates çorbası kokuyordu arabanın içi, dev bir esnaf lokantasında çorba içerken çıkan Dünya savaşını televizyondan izliyormuşum gibi geliyordu tüm bunlar bana.
Ezan sesi duyuyordum, sela mıydı acaba? Okunan benim selamsa ben neden bir tabutta değildim anne? Sahi beni tanıyan kalmış mıydı acaba? Ah şu silecekler bir çalışsa her şey daha güzel olacaktı, önümü görecektim, arabayı sürebilecektim, Mecidiyeköy’den kaçabilecektim. AVM’ler savaşının ortasında kalmak yaşanacak en kötü deneyim olsa gerek. Köprüler ne haldeydi acaba? Arabayla karşıya geçebilecek miydim? HGS’de para var mıydı? Ceza yersem ne zaman ödemem gerekecekti?
Bir şeyler oldu birden, yüzmek istedim. Canım garip şeyler istiyordu. Dev bir domates çorbası kazanında yüzmek tüm bunları unutturabilirdi bana. Hiçbir şeye ulaşamazken, kollarımla ve bacaklarımda dev bir kazandan çıkabilirdim. Başka bir dünya vardı bu sahilde, onu hissediyordum ancak üst dudağıma kadar dayanan kan havuzunda kimseye anlatamıyordum. Önce halsizliğim azalmaya başladı, gençleşiyordum sanki, 19-20 yaşındaydım dakikalar içinde. Kollarımın hissi ve ayaklarımın varlığı yerine geliyordu. Öldüm de bir evrende yaşıyorum aslında dramatizasyonunda hiç değilim şu an, o anın büyüsünde kaybolup gidiyorum sadece.
Yüzüyordum. Dev bir kürenin içinde adına okyanus denilebilecek kazanın tam ortasında kulaç atıyordum. O kadar hızlı yüzüyordum ki arabadan çoktan uzaklaşmıştım. Mecidiyeköy Dünya’nın merkezi derlerdi de inanmazdım. Dünya’nın merkezinde çıkan bir savaştan uzaklaşmıştım hem de mucizelerle falan değil, yüzerek.
Bir yere varacaktım elbet gün sonunda, benden başka kimse yok gibiydi etrafta, karnım da çok acıkmıştı. Domates çorbasından kana dönen, kandan denizlere evrilen bu yüzdüğüm dünya başka bir yerdi bana, sahile yaklaşmış kıyıyı görmüştüm. Birkaç kulaç sonra varıp insanlığa tarihin ilk post-modernist savaşının bilgilerini aktaracaktım. Her şey yok olmuş olabilirdi çünkü daha az önce telefonlar bile çalışmıyordu. Elektriksiz, iletişimsiz, gri ve soğuk bir dünya bekliyordu beni.
İnşaat kumundan hallice sahile nefes nefese vardım. Deniz kabukları ayaklarımı kesiyordu, canımı en çok yakan bu olmuştu aslında, nedendir asla bilemedim. Sürünerek çıktım kıyının üst tarafındaki taşlığa. Kaan ve Erhan havuzun etrafındaki şezlonglarda güneşleniyorlardı. Ellerindeki biralar dikkatimi çekti.
“Bana neden biraz ayırmadınız?” dedim.
“Ayıpsın be senin biranı getirmedik, dolapta, denizde dönsün de kendisi alır dedik”
“Denize mi gittim ben? Başıma neler geldi inanamazsınız!”
“Lan denize gittin iki dakika, yüzmedin bile geldin”
“Mecidiyeköy’deydim, savaş çıktı, kan vardı, domates çorbasında yüzdüm, ispatlayamam ama gerçek” dedim.
“Az iç güzel kardeşim, götünle içme şu mereti, daha az, easy boy” dedi Kaan.
“Eee ne savaşıydı bu kardo anlatsana” dedi Erhan.
“İnsanın insanla savaşı” dedim.
Kaan’la Erhan birbirlerine bakmaya başladıklarında ben çoktan dolaptaki soğuk biramı almak için yanlarından uzaklaşmıştım. Dolapta dünden kalma domates çorbası vardı. Ocağı yaktım, çorbayı ısıtmaya başladım. Mecidiyeköy’de savaş çıksa herhalde ben orada olurdum zaten, hepsi gerçek o yüzden diye düşünmeye başladım çorbayı içmeye başlarken.
Arabanın içi burnuma kadar kan dolmuştu. Nefes alamayacak hale gelmiştim. Savaş bitmiyordu. Hepsini içsem şu domates çorbasının boğulmam ki, ne olacak dedim kendime. Hayatta kalabilirdim böylece. İçmeye başladım. Hayatımda içtiğim en güzel çorbaydı bu. Hiç doymadım ondan sonra.