Uykularımdan uyandıran anlamsız kabusları bir kenara bırakmaya başladım. Artık hayalini kurduğum sevgi ve mutluluk kisvesi altında yaşanan manipülasyon dolu olayları hatırlamamak için çaba harcamıyorum. Bundan sonra bir çocuğun yağmur altında ıslanmaktan keyif alması gibi gelebilir, öyle de zaten, sadece akşam eve gittiğimde üstüm başım pislendiği için annemden dayak yiyorum ama evde yalnızım, evim de yok, o da çok başka bir paralel evrenin meselesi artık.
Zamansızlıkla ilgili olan büyük düşünsel sorun; asla anlaşılmayacak, varsayımsal ve bazen rastlantısal olarak birbirini tamamlayan olayların, bir anlam ve bütünsellik çabasına indirgenmesi meselesiyle alakalı, zamanın sorunu değil bu, insanlığın utancı aynı zamanda. Zamana sığınan insanın er ya da geç varacağı durak anın içinde kaybolmaktır. Bir kayboluşun ve hiçliğin dramatik kalkanı olarak insanın en kötü günlerinde dahi inandığı birtakım düşünceler ve hisler vardır. Yaşanan her şey bir kavrama hapsedilip ardına bakılmadan terk edilir. Sevmek, aşk, ölüm, doğum, iyi, kötü ya da başka birçok kelime, cümle örnek olacaktır. Bir şey, şey olarak anlam ifade edip, anlamlandırılmaya başladığı an içi boşalmaya başladı demektir. Peki, hayatını anlamlandıran Don Kişot’un hiçliği nerede? Rus romanlarındaki karakterlerin sızısını anlayacak dünya hayali kimin cebinde? Arabanın vites kolunu sımsıkı tutan taksicinin bunaltısını hangi kötü şarkı ifade edebilir? Yüzü kireç gibi beyazlamış kadının kocasından ona kim sevgi dilenebilir?
Sorguya sirayet edebilecek hiçbir gücü kabul edemedim; hislerim bir dağ tanrısıydı, bir his tanrısıydım o zaman ben; içtiğim alkolün de başka şeyin de bir tanrısıydım artık, bana müdahale edemezlerdi. Genel sorgulamalara, derin hissizliklere, yaşamsal kölelik versiyonlarına inmeyi kısıtlamayı düşünüyordum artık, dünya değişmişti, insan çok değişmişti, zamansa belli belirsiz hissiz bir rol çalan yeteneksiz oyuncu kisvesine bürünmüştü.
Sanallaşmıştık. Sanaldık, hiçkimseyi umursamayan hislerimiz, hiçbirimize de uğramıyordu artık; eksiklikte değildi marifet, iltifata tabi bir durumun ötesindeydik; yetişmiştik yaranamadığımız gerçekliklerimize, sövüp seçmiştik sonunda. Bunu dile getirmek bile ne kadar da sığ geliyordu? Oysa bu cümleleri de çok uzak zamanda yazmamıştım ama zaman biraz böyleydi, küfrü kendime etmektense ona dönüşmek daha gerçekçiydi.
Dönelim bizim eşsiz gerçekliğimize; Kaan, Erhan ve ben. Erhan’ın yeni evine avize bakmak için İKEA’ya gelmiştik, Bayrampaşa konumunda trafiğe takılmıştık, yağmurlu bir Cuma akşamıydı. Erhan cebindeki kanyak şişesini trençkotuyla saklamayı iyi beceriyordu, alkolizmin naif taraflarına yanaşmaya başlamıştık, bir halt değildi ama hiçbir şey değil de denemezdi, kanyaktan bahsediyorum. Kaan beğendiği sarı püsküllü avizeyi eliyle göstereyim derken avizeyi kendine çekmişti, Erhan sendeleyip avize reyonunun üstüne yalpalanmıştı, bense kendimi boşluğa bırakırcasına yere bırakmıştım. Ortalık bir anda karışmıştı, yaka paça mağazadan dışarı atılıp, sonrasında polis sorgusuna götürülmek için güvenlikler tarafından esir alınmıştık. İlk başta öyle gemişti, sonrasında Tiktok fenomeni olmaya çalışan güvenlik bile peşimizden gelmemişti. Körkütük sarhoşluktan olmasa da huzuru bozmak gibi anlamsız bir suçtan dolayı ifade versek fena olmazdı, en azından bir ifademiz olurdu hayata dair. Artık hepimiz olağandışı sakindik. Alkol ya da içki, şişede durduğu gibi durmuyor muydu yoksa kanımımızdaki eksik alkol oranı şu 0,05’i tamamladığımız için yasalar karşısında idam mı ediliyorduk? Yasalar, ah yasalar! Onlar da gitmişler, güvenliğin kafasını telefonuna kapadığı bir görüntü hatırlıyorum uzaklardan, Asayiş Berkemal! Aşağı yukarı akabilir tüm videolar ve sesler.
‘’Oğlum o kadar geldik bari avizeyi alsaydık’’
‘’Alsaydık niye almadık?’’
‘’Ebenin amı yüzünden almadık’’
‘’Ebem ne alaka ya, avizeden bahsediyorum’’
‘’Ebenin amı diyorum’’
‘’Beyler polis gelmiyormuş, müdür sizinle uğraşamam dedi, uzayın gidin buradan’’ demişti birisi ama kim demişti hatırlamıyorum. Otoparka gitmeden önce Carrefour’a gidip gece için bira ve viski almıştık, daha kasaya gelmeden dörtlü Efes paketini bitirdiğimizden orada da kasiyer kızla minik bir tartışmaya girmek üzereydik, kızın Erhan’ın eskiden hoşlandığı bir arkadaşı çıkması bizi kurtarmıştı. Az kalsın kıza alt dudak tabir edilen bölgeden öpücük verip olayı berbat edecekken yaka paça kendi kendimizi dışarı atmıştık bu sefer.
‘’Aga bizde bir durum var’’
‘’Alkoliğiz güzel kardeşim’’
‘’Nasıl alkolik?’’
‘’Alkol sevmek alkolizm olamaz’’
‘’Ne olur?’’
‘’Olamaz amına koyim ya, sevmek de ruh hastalığı o zaman, düşün, mesela bir kadını çok seviyorsun, tapıyorsun, bu sevkolik falan gibi şey olabilir mi? Olamaz, yani alkolik değiliz’’
‘’Rakı balığı yarın yaparız o zaman’’
‘’Ne alaka?’’
‘’Viski içeriz ondan dedim, milli maç da var, iyi gider’’
‘’Olur’’
Kötü insan ilişkilerini mağdurları olarak belirli bir raddeyi geçtikten sonra kendimizi salmıştık. Usanmaktan da geçip artık ‘ölene kadar çalışmasak da bir şey olmaz’ hasretine yollar döşemiştik. Rahattık ama ölmeye de yakındık, kısa zamanda gelen şöhret, para, her şey ve hiçbir şey, ortak kurulan işler, açılan şirketler, barlar, restoranlar, hatta gemi almaya gidecek kadar vardığımız her hırs. Aslında hiçbiri de yoklar, belki birer fantezi ürünü salağın elinde daha da ucuz bir fasona dönüşmüşlerdi.
Erhan iki kez evlenip boşanmıştı, Kaan tek seferle kendini kurtarmıştı, bense hiçbir zaman böyle bir kuyuya düşmemiştim, gelecekten gelen bir mektupla anlatılan her şey kadar fantastikti o yüzden tüm bunlar, her şey yerli yerindeydi. Şairin ‘’Bir şeyler hatırlatıyor belki maceramızdan, kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgarda’’ dediği yerdeki her şey yerli yerindeydi bu. Çok şeyle bezenip az şeyle tatmin olmayı da öğrenmiştik bu yüzden.
Erhan’ın Sapanca’daki yeni evine vardığımızda geceyarısını çoktan geçmişti saat, bu halde arabayı kullanırken kaç kez ölmüştük rüyalarımızda kim bilir? Kaan’la Erhan sızmışlardı arka koltukta, ben içmeye devam ediyordum yol boyunca, bir iki çevirmeye girsem de hiçbir şey olmamıştı nedense, belki çeviren şey sadece rüyalarımdı, ondan kimse dokunmamıştı güzergahımıza.
Uyanmıyorlardı, işin kötüsü benim de kalkasım yoktu, kar atıştırmaya başlamıştı, birazdan üşüyüp uyanırlar diye ses etmemiştim, bagajdaki poşetlerden iki bira daha alıp ön koltuğa kıvrılmıştım ben de, arabanın farları açıktı, akü biterse bitsindi ilk defa belki de bunu söylüyordum hayatımda; uzaktan dolaşan köpekleri ve rüzgarla sallanan ağaç yapraklarını görebiliyordum sadece, radyoda da bir şeyler dönüp duruyordu sinek vızıldaması gibi, hangi gerçeklikteki hangi benliğimin bir yansımasıydı burası? Tam o anda, işte o anda mıydım? Bir gerçeklik halinden çok rüyalarımdan kopup geçen bir ses gibiydi sanki, birkaç gün sonra 2030’ların ortalarına gelecektik, 2020’ler ve daha önceleri neredeydik acaba? Düşüne düşüne ömrümü harcamak için ne kadar bedel ödemiştim? Rüya haline geçmeye hazırlanmıştı bünyem, kafam çok hafif sızlıyordu, önce Kaan, sonra Erhan uyandı.
‘’Gelmişiz söyleseydin ya’’
‘’Amına koyim açıklıktan sikim yok olmuş, hissetmiyorum’’
‘’Soğuktan o aga, ben de takımları hissetmiyorum, ayaklarımı da’’
‘’Mangalı yakacaktık hani kar yağmış’’
‘’Güzel yağmış ama’’
‘’Beyler ben gerçekten sikimi hissetmiyorum’’
‘’Zaten bir işe yaramıyordu ki’’
‘’İşiyordum arada’’
‘’Arabada mı takılsak lan güzel ortam kar mar yağıyor’’
‘’Sandviçleri alayım bagajdan burada çekelim kafayı biraz da’’
‘’Sunroof’u açsana içeri kar yağsın’’
Lapa lapa kar üstümüze yağmaya başlamıştı mekanik motor sesiyle açılan tavandan. Telefonu yüzüme tutup kilidini açmaya kalkmıştım, yüzümü tanımıyordu, tanınmaz bir halde miydim? Kırılganlığım öfke nöbetlerimi aşmaya başlamıştı, belliydi, bir yerlerde yine ölüyordum. Açılıverdi telefon, ansızın kabul etti, belki kaşımın biri havadadır ve tanımamıştır ama teknoloji bu kadar hassas olmamalı, bize ne kalacak bu burukluktan?
iPhone ekranı; 04.56, Sapanca Uzunkum, 2022.
2030’da uyanmak üzere kapatmıştım telefonun kilidini. Üstümüz bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı; birazdan cenaze namazı kılınacak ölüler kadar sakin, hiç ölmeyecek kötüler kadar da derinden nefes alırken.