Suçlamayı yapana mı bakmalı yoksa savunanı mı daha çok sevmeli? Bir matematik probleminin tam ortasındayken arkadaşının silgisini alma bahanesiyle kağıdına bakmak mı ceza, yoksa kağıdını sana çeviren mi suçlu? Hocam peki, herkes haklı olsun da bu varsayımlarda, dersi geçtikten sonra hepimizin üstüne çökecek hiçlik duygusunu kaç cevapla yok ederiz? Sizin kağıdınızdan bir şeyler okusam hatta direkt çalsam, benim benlik duygumu kaç kez tecavüzden kurtarırız? Hocam? Akademisyenler üstü, akademik, triptonik, folklorik ve sistematik hocam, olmadı be hocam, Erhan’ın üstünü örten kar taneleri kadar değilsiniz, hemen kayboldunuz; Kaan’ın apış arasına döktüğü bira kadar hiç değilsiniz.
Şimdi zaman gerçekliğine daha uygun akmakta. Erhan’ın evinin kapısına sürünerek varmamız, donmak üzereyken yaşadığımız sanrının aslında gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamamız için yeterli bir sebep sayılabilirdi ancak Erhan parmaklarını hissetmediğini ve kolunun kangren olduğunu söylediğinde hiç şaşırmamıştık çünkü ben belden aşağımı yok sayarken, Kaan burnunun yerinde olmadığını söylüyordu. Zamanda birazcık kaybolmuş olabilirdik ilk defa, zamana sığınmak böyle bir şey olmasa gerekti zaten.
Şömine ateşinde yanan odunlar, fosur fosur uyuyan 3 -yazıyla da üç- erkek, dışarıda ölüm sessizliğine kafa tutarcasına yağmak için kendini heba eden kar kütleleri, ne olduğunu ilk kez tam kestiremiyordum, bunları sonradan yazacak olmamı düşünerek notlar almaya başlamıştım telefonuma.
‘’Iphone; Ana Menü, Notlar; Not 1 Sapanca; odun, ateş, sıcak ama dışarısı buz, Erhan öldü galiba, hiçbir şey hissetmiyorum, çok açım, uykum var, çok kar var, seni özledim sevgilim’’
Aylar sonrasında bu notla karşılaşıyorum. Seni özledim sevgilim biraz kafamı karıştırıyor, kim benim sevgilim? Muhtemelen geleceğe duyulan alkollü bir özlem, başka anlam veremiyorum. Erhanların bundan haberi yok, asla olamaz. İnsanın kendisiyle taşak geçilmesi için daha başka yollar bulabileceğine inanıyorum. Erhan da Kaan da duymamalı, bu bir sır olarak kalmalı.
Hislerim bu sefer ilk kez yarı yolda bıraktılar, kimseler kadar yoklar, hiçbir şey kadar da varlar. Algımın körlüğü buğulanan dağ evinin camlarını bile silebiliyor, Erhan ve Kaan horlamakta, gün doğmak üzere, Çarlık Rusya’sında geçen öykülerin sefil karakterlerini anımsatıyor bana bu görüntüler. Beyaz Geceler’de aşık olan karakter gibi; Ezilmiş ve Aşağılanmışlar’da kaybolan karakterler gibi; Oblomov’da hiç yaşamamış Oblomov gibi.
Akşam olmak üzereyken ağzımda viski tadıyla uyanıyorum. En son bira içtiğimi hatırlıyorum. Şöminedeki odun ateşinin son demleriyle ısınan evde tek başınayım. Dışarıda kar fırtınası başlamak üzere. Öldüm mü? Belki de ölüm böyle bir şey, değiştirdiğim boyut ve benim mekanım gerçek bir zaman aralığının çok ötesinde. Sahiden ben öldüm mü? Nerede şimdi o ışıltı? Gece boyu akan hiçliğim? Başka bir şarkının konusu olacak bunlar, hatta olmuş bile olabilir, çok başka mesele tüm bunlar ancak yine de yapayalnızım, kimsem yok.
Küf ve is kokan odaları dolaşmaya başlıyorum. İnsaniyet adına hiçbir şey yok. Her şey çoktan yok olmuş ve tarumar edilmiş bir şehri andırıyor. Bense o şehrin kaybeden komutanıyım. Tüm savaşlarından hem yorgun hem de kaybederek çıkan o eşsiz dramatik komutan.
-Komutanım tüm cephelerde yenildik.
-Bravo asker.
-Ama komutanım, kaybetmediğimiz cephe yok, hiç askerimiz kalmadı.
-Bravo asker.
-Ama komutanım, şehir yok olmak üzere, sen yok olmak üzeresin, ben nerede bitiyor ve başlıyorum? Şehir nerede?
-Nazım! Kendine gel asker. Şairene duyguların yeri asker ocağı değil.
-Kusura bakmayın komutanım gece çalıştığım bir şiir aklıma tecavüz etmeye başladı.
-Bravo asker.
-Ama komutanım bizler de artık birer ölüyüz, az önce atılan bir el bombası sonucunda ikimiz de yok olduk.
-Bravo asker ancak yok olduysak, hala nasıl konuşabiliyoruz?
-Bilmem ki komutanım, bence siz bana varsınız ben size yokum.
-Ama sen bana zaten varsın asker, ben sana neden yokum?
-Beni de siz seslendiriyorsunuz komutanım, ben sizin askerinizim.
-Komutanım size bir şey sorabilir miyim?
-Sor ama çabuk.
-En son ne zaman sevdiniz?
-Sevmek anlamında sevmek mi yoksa sevişmekle mi alakalı bu asker? Kafa bulandırma.
-Hepsi olabilir, size ne çağrıştırıyorsa.
-Hatırlamıyorum asker, tüm cephelerde kaybettik, bunun derdine mi düştün sen?
-Merak ettim komutanım.
-Bravo asker.
-Tüm cephelerde yenildik komutanım.
-Seni seviyorum Nazım.
-Bursa’da bir cezaevindeyim komutanım. Üstelik burası çok karanlık.
-Bursa’da zaman hiç durmaz mı asker?
-İçiyle dışına bağlı, maviyle denize aşina.
-Ne demek istiyorsun asker açık konuş komutanınla.
-Neresindesiniz zamanın komutanım?
-Zaman kalmadı bana, sonuna geldik anın çoktan.
-Ölmek üzeresiniz o zaman ya da öldünüz çoktan.
-Bravo asker, az önce öldüm ben de, Bursa’da bir cezaevinde.
Erhan’ın radyodan açtığı modern zaman müzikleri diye güzelleme yaptığı Türkçe pop kategorisinde bir şarkının içinde uyanıyorum. ‘’Hatayı ben en başında yaptım aynı evi senle paylaşarak’’, sözler anlamsız gelse de anlam çıkarmaya çabalıyorum, olmasa da olur ya bazen, öyle bir şeyler beliriyor. Şarkının etkisi geçecekken suratımda soğuk bir buz kütlesi hissiyle kendimi yere atıyorum. Erhan’ın tokatları ve Kaan’ın küfürleriyle ayılıyorum.
-Öldün sandık amına koyim, saatlerdir yok haldesin.
-Komutan oldum ben.
-Sikimin komutanı olamazsın lan.
-Oldum vallahi az önce Nazım’la konuştum, Ahmet Hamdi Tanpınar da geldi.
-Sen siyanür mü içtin ya, bu ne diyor, ne diyorsun oğlum sen?
-Ayılamadı ki daha, ondan aptallaştı iyice.
Sağlam tokatlar, sert savruluşlar, gerekli gereksiz fiziksel sert müdahaleler eşliğinde kendime geliyorum. Hatırladığım ilk an bir kahvaltı masasının ortasında kendi çayıma şeker atmadığım halde karıştırdığım çay kaşığım oluyor.
-Şeker yok ki evde.
-Olsun çay karışsın.
-Hay sikeyim ya, şeker yok şeker.
-Ben de sikeceğim ama çay karışsın bir dur be kardeşim, çay, çay, çay karışsın.
-Şeker yok, şekersiz çay karıştırılmaz, sen bunu nasıl bilmezsin, kör cahil.
-Sikerim lan sizin şekerinizi de masanızı da.
Kendimi bulduğumu sandığım bir anda her şey birbirine karışmaya başlıyor, girift bir sınav sorusunun şıklarında kaybolan öğrenciler gibi neyin ne olduğunu anlamadan geçen zamana aldırıyoruz ve zaman geçiyor. Akşam olacakken, aynı anda kendimize gelip neler yaşandığını sorgulamaya başlıyoruz.
-Arabadan çıktık, kar yağmış üzerimize, eve daldık içtik, yedik, uyuduk kalktık, içtik yedik sıçtık uyuduk ve kalktık başka da bir sikim olmadı diyor Kaan.
-Arabadan çıkamadık üstümüze kar o kadar çok yağmıştı ki, neyse, eve girip kendimize gelmek için ısındık, kahvaltı yaparken elektrikler kesildi, şömine önünde uyuyakaldık, bir de dün kasada aşık olduğum kasiyer kızı düşündüm, size bundan bahsettim, uyuduk diyor Erhan.
Bunları dinleyerek, düşünerek, susuyorum ben de, ağzımı açmadan, her anımı sorgulayarak.
-Sence ne oldu? Söylesene yarramın antifrizi diyor Erhan.
-Aslında çok bir şey olmadı. Bir savaş vardı, biz de kaybettik komutanım diyorum.
-Erhan komutansa ben orgeneralim amına koyayım diyor Kaan.
-Savaş kaybetmişiz o halde en suçlu sensin orrrrgeneralim diyor Erhan.
-E şimdi biz kaybettik de, neyin savaşıydı bu yani ne içindi? Diyor Kaan.
-Hiçbir şey için.
-Nasıl yani?
-Basbayağı hiçbir şey.
-Sen kafayı kırmışsın.
-Bu kafayla bir sikim olmaz.
-Cidden bak sen bir meşgale bul, karı marı, artık sevgili mi olursun evlenir misin ne bok yaparsan yap.
Tavadaki etleri kızartırken bir yandan da birasından yudumlamaya devam ediyor Kaan, televizyondaki milli maçın heyecanı sarsın diye kendi kendine ritmik alkışlar sıralıyor Erhan, acıkmakla ölmek arasında bir sınır olsa tam orasında olurdum şu an diye düşünüyorum o sırada. İlk gün bitmiş, ilk gece başlamak üzere birazdan; Erhan’ın avizesiz yeni evinde.
Mumlar aydınlatıyor geceyi, ‘’Bir sevgilim olsa giderim alayına’’ çalıyor son şarkı. Gözler yine devrildi, ruhlar genişlemekte bir düzlemde. Erhan bir yanda Kaan bir yanda, bense çok başka bir yanda; ahşap zeminde ateş sıcağı var. Kar yağmaya devam etmiyor.