Yıllar öncesi bir cumartesi sabahı, en fazla 6-7 yaşındayım. Kavşaklı bir yolun kaldırım kısmında annemin elinden tutmuş yürüyoruz; ben ve kardeşim. Beyaz bir minibüs, Nascar pistinden çıkmışçasına sol taraftan hızla geliyor. Yanımızdan yavaşça giden kırmızı spor motosiklete çarpıp kaçıyor. Beyaz minibüsün tamponuna kan sıçrıyor. Annem, ben ve kardeşim motorcunun halini görmesin diye gözlerimizi kapıyor elleriyle ancak nafile. Beyaz minibüsün lastiği motorcunun kafasını öyle eziyor ki, kemik ve kaskın birbirine karışan seslerini işitmiş oluyoruz çoktan. Minibüs şoförü ardına bile bakmadan, muhtemelen dikiz aynasından motorcunun halini gördükten sonra hızla kaçıyor. Annemin elleri kardeşimle benim gözlerimde halen, hemen bizi oradan uzaklaştırıyor. Çevre kahvehanelerden insanlar çıkıyor, ambulans ve polis aranıyor hemen. Biz annemin elindeyiz kardeşimle, adımlarını hızlandırıyor annem, uzaklara doğru gitmeye başlıyoruz. Gözüm hep arkada kalıyor yol boyu; motorcunun halinde, kaçan minibüs şoförünün vicdansızlığında, paramparça olan bir hayatın kendisinde. Asla unutamıyorum kaçıp giden tamponu kanlı beyaz minibüsü ve hurdaya dönen kırmızı motoru. Motorcunun halini deşmek dahi istemiyorum o kadar zaman sonrasında. Kaskının vizörü kapalı olmasa, belki de yerinden çıkan gözleri önümüze fırlayacaktı, daha sonradan fark ediyorum bunu.
Geçmiş deneyimlerimizin bizi her koşulda şartlandırdığına ve hayatımızı dizayn ettiği inanılır. Tabii ki izin verdiğimiz sürece. Egzistansiyalistlerin, ‘’Varoluş özden önce gelir’’, deyişine hiç girmiyorum, olayı dallandırmaktan hoşlanmazdı o da diyorum kendi kendime bunu yazarken. Aradan yıllar geçiyor. İki tekerlekli olan her şeye karşı büyüyen korkum daha da büyüyor içimde. Çoğu zaman bedensel denge kurma konusunda başarısız olduğumu bile düşünüyorum hiç denemeden. İnce bir tahta mesela, oyun parkularından olan türden, asla üzerinde yürümeyi denememiştim o olaydan sonra.
18’ime girdiğimde dahi, arkadaş arasındaki muhabbetlerde, ‘’Asla sürmem ben motosiklet falan, deli işi o’’, diyorum, bir gün hiç delirmeyeceğimi düşünerek. İçimdeki iki tekerli kötümserliği gün geçtikçe büyüyor. Bir gece yarısı Okan Bayülgen’in televizyon programını seyrederken, motosikletler hakkında güvenlik ve sürüş üzerine tavsiyeler veren bir adam çıkıyor programa. Adamı görür görmez, ne kadar itici diyorum içimden, alt tarafı bir motosiklet ve canını tehlikeye atarak kullanıyor, üstüne bunu bir marifetmiş gibi insanlara anlatıyor. İlk tanışmamız böyle oluyor. Sonraki dönemlerde pek rastlamıyorum televizyonda ona.
Zaman öyle geçiyor ki, bir gün kendimi motosiklet bayisinde, beyaz bir motorun ruhsatını cebime koyarken buluyorum. Travmatik olan bu süreci yıllar içinde kolayca atlatmış olmanın rahatlığıyla değil elbette tüm bu yaşananlar. 23 yaşının henüz baharında birisi olarak Altın Elbiseli Adam’la tanışıyorum. 2 yıl boyunca tüm videolarını, her söylemini, röportajlarını, motosiklet ve dünya hakkındaki entelektüel birikimini içselleştiriyorum. Yıllar önce hiç sevemediğim o adamı, dinledikçe sevmeye başlıyorum. Farkında olmadan yapıyorum bunu. Sevmeyi görüyorum belki de kendime anlatamadan, severek yapılan her şeyi ne kadar anlamlı olduğunu yaşıyorum. Hiç motosiklet sürmemiş birisi olarak, hatta belki de hayatımda hiç süremeyeceğim motosikletler hakkında kendi çapımda bir görüşüm dahi oluşuyor içimde. Günden güne önce Barkın Bayoğlu’nu sonrasında motosikletleri sevmeye başlıyorum. Heyecanı daha iyi hissediyorum içimde, kırmızı ışıkta bekleyen motosikletleri görünce içim kaynıyor, gidip süresim geliyor yahut sahibinin yanına gidip bu motor tek silindirli ve 25 beygir ancak arka lastiğe 20 beygir güç veriyor, frenleri de tırt haberin olsun, selesi rahat ancak yolcu selesi mermer gibi, bence arkana kimseyi bindirme yazık insanlara diyesim geliyor. Motosiklet ehliyeti alınıyor önce bu heyecanla, sonrasında özel bir kuruluştan motosiklet kursu derken, kendimi trafikte buluyorum. Eve geliyorum henüz motosikletin coşkusu ve adrenalini içinde. Beyaz motosikletimin selesinin sağ yanına ve kaskımın sağ tarafına Altın Elbiseli Adam logosunu da yapıştırıyorum. Kabile reisimize saygımızın bir göstergesi olarak. Barkın Abi’yle tanışıp konuşurum elbet bir gün diye de hayal kuruyorum kafamda.
Gece yarısını henüz geçmişken, yıllar öncesinde Barkın Abiyle tanıştığım saatlere yakın bir saate, ekşisözlüğe giriyorum. Barkın Bayoğlu başlığını en yukarılarda görüyorum, içime bir kurt düşüyor. Sakın diyorum, aman diyorum, kesin bir yere konuk olmuştur diyorum, ondan bu saate bu kadar entry girilmiştir hakkında; kaza yaptığını öğreniyorum, henüz net bir bilgi olmadığı söyleniyor, saatlerim internet başında geçmeye başlıyor, 1 saat içinde hayatını kaybettiğine dair bilgi yakınları tarafından doğrulanıyor. Ne yapabileceğimi bilemiyorum, gözümden yaşlar süzülüyor. Motosikletimin anahtarına ve kaskımdaki Altın Elbiseli Adam logosuna bakıyorum, aklıma tüm yaşadığım bu süreç geliyor. Barkın Bayoğlu’nun eski videolarına ve fotoğraflarına dalıp gidiyorum, hiçbir şey değişmiyor elbet, içimdeki acı büyüyor, daha da büyüyor bir çığ olup, gözümden yaşlar süzülüyor. Eko modu keko modu, bagaj lebiderya, fiyat biraz damarlı, çiçek! Kalbime ona ait olduğunu düşündüğümüz kelimeler düşüyor. Zamanın kendisine mi yoksa hayata mı isyan etsem bilemiyorum, öylece kalakalıyorum. Limon sıkar gibi ağlattın ah be Barkın Abi diyebiliyorum. Belki de şakadır, dikkatli sürün diye yaptım deyip, bir videoyla geri gelebilir diye bekliyorum. Olmuyor.
Yıllar önce kırmızı motorlu bir motosikletçinin bu dünyadan gidişiyle değişen fikrim, yıllar sonra kırmızı motorlu bir adamın varlığıyla değişiyor. Ne zaman Boğaz Köprüsü’nden geçsem, gözüm Barkın Abi’nin hayatını kaybettiği o yola takılıyor, dalıp gidiyorum uzaklara, kendime geliyorum çarçabuk, yaşamak tam da motosiklet sürmek gibi veya motosiklet sürmek yaşamak gibi bir şey. Her şey yolunda giderken aniden birisi önünüze atlayabilir ve tüm hayatımız o adamın önümüze atlayacağı saat için kurgulanmış olabilir. Belki de evden çıkmadan önce tuvalete girip ellerini yıkamış olsa veya bir önceki kırmızı ışıkta biraz geç kalkmış olsa veya yolda bir trafik canavarıyla tartışmaya girse… Şimdi aramızdaydı Barkın Abi. Ne eller geçmişe gidebiliyor, ne de kırmızı ışık tekrar yanıyor.
Unutmak ne kelime, özledik seni ah be güzelim Babuş…